'umutsuz iş kadını' yazılarını severek takip ettiğim birisidir.denk gelmişsinizdir belki ve belki siz de takip ediyorsunuzdur.(bkz. umutsuz iş kadını)
bir yazısını okudum şimdi.içim nasıl da burkuldu,nasıl da beni aldı götürdü geçmişime.kokusunu aldım çocukluğumun sokağının..arkadaşlarımı,oyunlarımızı yad ettim.
şimdi bu yazıyı paylaşmak istiyorum sizlerle.
eminim ki bir çoğunuzun kanayan yarası bu.
80ler’in çocukları, şimdinin anne-babaları…
Eskinin sokakta oynarken dizleri kanayan çocukları olarak şimdinin bırakın dizlerini kanatmasını neredeyse “düşmeyen” çocuklarını büyütme derdindeyiz. Oysa tentürdiyot basıp üflerdi annelerimiz bacaklarımızdaki yaralara. Eminim çoğumuzun dizlerinde hâlâ izi vardır o günlerden kalma yaraların. Sadece kaldırımlarda değil, caddelerde de oyun oynardık. Böyle vızır vızır geçmezdi arabalar yollardan. Geçenler de tek tük olurdu zaten. Toplarımız kaçardı o aheste giden arabaların altlarına. Bağırırdık bas bas: “Amca dur! Topumuz kaçtı arabanın altına!” diye. Belki inanmazsınız ama dururdu şoförler o pek kıymetli oyun arkadaşımızı patlatmamak için. Ne de olsa epi topu bütün mahallede tek bir arkadaşımızın topu vardı o günlerde. Her çocuk hemen hemen istediği her şeye sahip değildi bugünkü gibi. Yine de daha bir mutluyduk sanki.
Caddelerde taştan yapılma futbol kaleleri olurdu. Birkaç taş üstüste konarak, genişliği adım hesabı ayarlanmış… “Aldım verdim ben seni yendim…” diye oluşturulurdu takımlar. Yakar toplar, yıllar sonra Fransızca öğrendiğimde isminin nerden geldiğini keşfettiğim “en-de-tura”lar oynardık saatlerce…. Kaldırımlarda lastik oynadığımız ipler de olurdu, yakınlarda yapılan bir inşaattan alınmış kiremitlerle çizdiğimiz “mata”ların izleri de… O pek kıymetli toplarımızın başına gelmedik kalmazdı. Apartmanların ilk katındaki balkonlara kaçardı mesela. Seslenirdik, biri çıkıp bize geri atardı topumuzu. Çok rahatsız eder sürekli topu aynı balkona kaçırırsak, gide gele sıkılan büyükler son bir uyarı vermek için tehdit ederlerdi: “Bu son olsun, bir dahakine keserim topunuzu!”diye. Kaç kez daha kaçardı o top o balkona… Yine de kimse kesmezdi topumuzu.
Boruların içine kâğıttan yaptığımız küçük külahlarla birbirimizi “şişlerdik” sonra. Cicozlarımızla (misket) oynardık bir daha asla aynı tadı ve kokuyu bulamadığımız “Tipitip” sakızlarımızı çiğnerken. Biz gerçekten de küçük birer koleksiyoncuyduk o zamanlar. Pul biriktirirdik gerçekten de, hatta peçete gibi, gazoz kapağı gibi akla hayale gelmeyecek şeyler topladığımız da olurdu. Birbirimizle değiş-tokuş yapar, farklı iletişimlerde bulunurduk. Farkında bile olmadan paylaşmayı öğrenirdik. Sokak oyunlarında yenip/yenilip hayatın minik provasını yapar, anlaşmazlıklarımızı kendi aramızda çözer, “sosyalleşirdik.” Evde tek başına bilgisayarda oyun oynayan kimseyi bulamazdınız. Evde oturmak kadar sıkıcı bir şey yoktu çünkü. Evdeyseniz ya cezalıydınız, ya da çok ödeviniz vardı yetiştirmeniz gereken. Bilgi de çok daha kıymetliydi. Dönem ödevlerimiz vardı sayfalarca yazdığımız… Herkes sınıf geçemezdi ayrıca, “sınıfta kalmak” vardı. “Çift dikiş” vardı… Hem biz hiperaktif değil, yaramazdık.
Her oda/her farklı kullanım için ayrı bir terlik vardı evlerimizde. Balkon, misafir, tuvalet terliği vardı mesela. Hiçbiri, bir başkasının yerine kullanılamazdı. Ha, bir de annemizin popomuza vurmaya yetişemediği zamanlarda arkamızdan savurduğu meşhur terliği vardı, ki benim zamanımdakilerden tadına bakmamış olan yoktur sanırım. Hele ki misafir odası diye bir bölüm vardı ki, evin en güzel ama en az kullanılan yeriydi. “En”lerin odasında pek tabii ki en değerli eşyalarımız da “sergilenirdi”. Evin en güzel yeriydi ama evin asıl sahipleri kullanamazdı orayı. O odanın kapısı, bir misafirin gidişinden, diğer misafirin gelişine kadar kapalı tutulurdu.
Terli terli su “içerdik” biz. Doya doya, kana kana hem de. Sokakta akan bir hayrat varsa önünde diziliverirdik. “Birinci kanım! İkinci kanım!” diye. Kimin ilk önce su içeceğini bu nâralar belirlerdi. Apartmanımızın önünde oynardık. Kimse de “Git öte! Kafam şişti!” demezdi. Asansörlü apartman bulmak bile zordu o zaman. Evimize çıkmaya, onca merdiveni tırmanmaya üşenir, en alt kattaki komşu teyzemizin zilini çalardık. En kötü, seslenirdik camdan. Elinde bir sürahi su, bir de bardakla çıkıp gelir, hepimize istediğimiz kadar su verirdi Sıdıka Teyze, hem de aynı bardaktan.
Annelerimizin “kabul günleri” vardı isteyen herkesi eve misafir olarak kabul ettiğimiz. “Paralı” değildi günler; kapalı gruplara değildi. Kaç kişinin geleceğini bilmeden hazırlanırdı ikramlar. Pastalar, kurabiyeler, börekler… Hatta belki inanmazsınız, çeşit çeşit sigara bile ikram edilirdi o “günlerde”. Herkes sadece kendi gibilerle görüşmezdi. Annemin kabul günü ayın 15’iydi mesela. Herkes bilirdi ki, o gün Meral’in kabul günü. İsteyen, canı sıkılan gelirdi. Herkese açık olan kapımızdan kimse geri çevrilmezdi. Pastaları börekleri lüp lüp mideye indiren teyzelerin son çaylarını şekersiz içmelerinden ibaretti “diyet”. Kabul günlerinde gelemeyenler de haber yollarlardı oğulları ya da kızlarıyla. “Annemler yarın size gelecek bir mâniniz yoksa” diye bir cümle vardı o zaman tedavülde. Mâniniz yoksa size oturmaya gelecekler. Hiç hatırlamıyorum bir mânimiz olduğunu. Herkese, “Buyursunlar!” denirdi. Kimse geri çevrilmezdi.
Kimsenin “Foursquare”i de yoktu, cep telefonu da. Tek bir kanal vardı sişyah beyaz televizyonlarda. Yılbaşında en büyük sürpriz, televizyonda çıkacak Nesrin Topkapı’ydı bizim için. Facebook’a, Instagram’a koymak için çekilmezdi pek kıymetli 36 pozlık fotoğraflar. Cümlelerimizi 140 karaktere sığdırmaya çalışmazdık. Sokakta oyun oynamaya çağırmak için balkonlarının/camlarının altına gidip “Aaaayyyşeeee!” diye bağırmak kâfiydi o zamanlar. Çıkardı Ayşe, oynardık doyasıya. Ta ki annesi akşam olup da “Ezan okundu kızım! Eve gel artık!” diye seslenene kadar.
Mahalle aşklarımız vardı bizim. Bahçe duvarlarının tepesinde tüneyerek uzaktan bakıştığımız, hiç tanımadan aşık olduğumuz…
Dizlerimiz kanardı bizim… İçimiz değil.
Hiç birşeyin eski tadı yok artık:S sizi izlemeye aldım. Ben de bloğuma beklerim.
YanıtlaSilwww.bakbuharika.com
merhaba hoş geldiniz :)
Silevet ne yazık ki öyle.
eski bambaşkaymış.
Ben bayıldım bu yazıya ... Biliyor musun defnenşn böyle bir çocukluk yaşaması için çalışıyorum... Çok mu demodeyim hata mı ediyorum diye kendimi sorguluyorum bazen.... Defnenin yaşıtları çoktan yarı gün anaokulunda bizse ana kız parklarda .... Zamana ayak mı uydurmalı bilemedim....
YanıtlaSilbence içinden geleni yapmaya devam et,en güzeli bu.
Silelden geldiğince o çizgide yetiştirilebilir,tabii bir yere kadar ne yazık ki.şartlar malum.
dilerim ki defne'yi gönlüne göre yetişteribilirsin.ne mutlu ona ki senin gibi bir annesi var :)
evet evet çoğuna evet, "maniniz yoksa annemler yarın size oturmaya gelecekler" diye haber vermeye gönderilen çocuklardanım benn:))
YanıtlaSilbuğulu gözler benden sana ve yazara..
ah evet onu ben de çok yapmıştım :)
Silne güzeldi,ne güzel!